17 °c

Liseli gençlere tavsiyelerim!

17 Nisan 2018 Salı

Ulu önder Atatürk’ün 100. doğum yılında eğitim-öğretime açılan Zeytinburnu 100. Yıl Ticaret Lisesi’nin ikinci mezunlarındanım. O zamanki adıyla İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda devam zorunluluğu yoktu. Zaten ikinci sınıfa giderken de muhabirlik yapmaya başladığım için okula gitmeye de pek vaktim kalmamıştı. Bu yüzden de ilk yıl haricinde pek okula gitmedim ben. Bu yüzden benim için okul hayatı denince lise yılları unutulmaz. Lise yıllarında kurduğum arkadaşlıkların bir kısmını 35 yıl geçmesine rağmen halen sürdürüyorum. Çünkü hemen hemen aynı kültürden, aynı eğitim düzeyinden, aynı maddi seviyeden ailelerin çocukları liselerde bir aradaydı o zamanlar. Bu yüzden 100. Yıl Ticaret Lisesi’nin “Kariyer Günleri”ne konuşmacı olarak katıldığımda karşımdaki yüzlerce öğrenciye ilk olarak bunu söyledim: “Lise yıllarında kurulan arkadaşlıklar çok güzeldir ve devam ettirmek için çaba gösterin!”

* * *

İnsan hayatında tesadüflerin ve şansın büyük önemi var. Örneğin, bizim zamanımızda üniversite sınavına girmeden önce tercihler yapılır, sonrasında da kazandığınız puana göre üniversiteye yerleştirilirdiniz. Lise arkadaşlarım bilir, 100. Yıl Ticaret Lisesi’nin biraz inek öğrencilerinden biriydim. Sayısal derslerde oldukça iyiydim. Sınıfın ikincisi, okulun da en başarılı öğrencilerinden biri olarak mezun oldum. Bu yüzden Boğaziçi Üniversitesi, İTÜ ve İstanbul Üniversitesi’nin özellikle muhasebe ve iktisatla ilgili bölümlerini tercih listeme yazmıştım. Ama ağabeyimin bir arkadaşı, “Basın yayın yüksekokulunu da yaz” diye ısrar etti. O zamanki adıyla İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu, %6’yla kazanılıyordu ve bu yüzden de benim 7. tercihim oldu. 24 tercih yapabiliyordunuz ve ben puan sıralamasında yedinci tercihimi kazanırken, sonraki bütün sayısal tercihlerimi de kazanacak puana sahiptim. Ama önce Basın Yayın Yüksekokulunu yazdığım için orayı kazanmış oldum. Seneye bir daha sınava girerim dedim ama o sene babam vefat etti, bu yüzden de bir yılı kaybetmeyi göze alamadım, devam ettim.

Dedim ya, tesadüfler ve şans önemli diye… Üçüncü sınıftayken pek okula gitmezdik ama o gün okula gideceğim tuttu. Okulun önündeki merdivenlerde arkadaşlarımla karşılaştım. Bir dergide çalıştıklarını bildiğim arkadaşlarım dergiden ayrıldıklarını söylediler. Yerlerine henüz biri alınmamıştı ve ben de işe talip oldum. Yazı işleri müdürü, hemen başlayabileceğimi söyleyince de kendimi Hürriyet Gazetesi bünyesindeki TV’de 7 Gong Dergisi’nde buluverdim ve 23 yıl sürecek Hürriyet maceram da başlamış oldu.

O gün okula gitmeseydim, bugün belki de kariyerimde Hürriyet Gazetesi diye bir şey olmayacaktı.

* * *

Küçük bir kadroya sahip olan dergide muhabirler, kısa süre çalışıp ayrılıyorlardı. Altı ay sonra

istihbarat şefim Ahmet Çelik, Yazı işleri Müdürü Mine Engez’le tartışıp ayrılınca en kıdemli muhabir olarak istihbarat şefi olmuştum bile. İstihbarat şefi olduktan kısa bir süre sonra Türkiye’nin ilk özel televizyonu Magic Box, şimdiki adıyla Star TV kuruldu. Benim aylarca koridorlarında dolaştığım, yönetmeninden ışıkçısına kadar hemen her kademesinde arkadaşlıklar kurduğum TRT’nin birçok çalışanını da bünyesine kattı hemen.

 

Ama Star1 televizyonunun yasal dayanağı yoktu ve biz başladık mı, “korsan TV” kuruldu diye yayın yapmaya. O zamanlar 40-50 bin gibi şimdiki dergilerin hayal bile edemeyeceği bir tirajla çıkan Türkiye’nin tek televizyon dergisi TV’de 7 Gong’un bu “korsan TV” tanımı, diğer gazete ve dergiler tarafından da benimsenmiş ve gazeteler bu doğrultuda yayınlar yapıyordu. Zamanın başbakanı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal ve Cem Uzan’ın birlikte kurduğu televizyon, bizim “korsan TV” yayınlarımıza aldırmadan yayın yapmayı sürdürdü. Tabii ki, başbakanın oğlu ve ortağı zengin çocuğu, bu yayınlardan sonra televizyona muhabirlerin girişini yasakladı.

 

Karşımda 90’lı yıllarda daha doğmamış gençler vardı. Bu yüzden 1990 yılbaşı programını pek hatırlamayacaklarını, ancak yaşı büyük birkaç öğretmenin hatırlayabileceğini söyledim. O yılbaşı gecesi araba armağan edileceği açıklanınca Türkiye’de telefonlar kilitlenmiş, Star TV de (O zaman rating ölçümü yoktu ama) geceyi zirvede tamamlamıştı. Hatta sonraları birçok televizyon programına katılacak olan Beşiktaş 25. Noteri Başkâtibi Nihat Beyan diye bir fenomen bile yaratmıştı.

 

Kısa süre önce televizyon dergisinde çalışmaya başlamama rağmen, “Korsan TV” dediğimiz halde yine de Hürriyet olduğumuz için, tek televizyon dergisi olduğumuz için ve TRT’den transfer olan bütün ünlü yönetmenleri tanıdığım için Star TV’deki yılbaşı programını izleyen tek muhabirdim. Ayşe Egesoy, Güler Kazmacı ve Müge Oruçkaptan’ın sunduğu yılbaşı programıyla televizyon dünyasında büyük bir başarı elde eden Cem Uzan, gecenin ilerleyen saatlerinde odasının kapısını açıp dışarıya doğru elindeki şampanya şişesini patlatmış, bu fotoğrafı da sadece ben çekmiştim. Hürriyet’te de büyük bir şekilde yer alan bu fotoğraf, TV’de 7 Gong Dergisi’nde de iki sayfaya açılmış şekilde yayınlandı.

 

Bu ilk büyük başarıydı. Bu başarının ardından Hürriyet’te hemen herkes benim adımı duyduğu gibi medya dünyasında da tanınmaya başlamıştım. Tabii ki, haberim büyük bir şekilde yayınlanınca ben de epey gururlanmış ve küçük dağları ben yarattım havasına girmiştim. Medyanın gücünü de iliklerime kadar hissetmiştim.

 

Yolun başındaydım ama ilk öğrendiğim şey, insanlarla iletişimi iyi kurmak olduğuydu. Eğer iyi ilişkiler kurmazsam, bu işi devam ettirmem mümkün olmazdı. Babamı kaybettiğim için aileden destek yoktu ve ben bu yüzden işime sıkı sıkı sarılmak zorundaydım. Gece gündüz demeden gençliğin verdiği enerjiyle de durmak bilmeden çalışmaya devam ettim. Ancak 92 yılı geldiğinde askere gitmem gerekti. 93 yılında döndüğümde TV’de 7 Gong Dergisi kapanmıştı. Böylelikle Hürriyet Magazin Servisi’nde çalışmaya başladım.

 

Arkamda aileden bir destek yoktu ama Hürriyet gibi büyük bir müessesede çalışmanın kolaylıklarını da yaşadım. Hürriyet, medyanın tam ortasında, herkesin kendisini görmek istediği bir gazeteydi ve ben de o gazetenin istihbarat şeflerinden biriydim. Herkesin büyük bir merakla izlediği ünlüler dünyasının da merkezindeydim artık. Şimdi aklınıza gelen bütün ünlü sanatçılarla ilgili haberler yaptım. Haber yaparken de herkes benim “önce gazeteci” olduğumu bilirdi. O beylik soru, “önce gazetecilik mi, yoksa insanlık mı” sözünde gazeteciliği seçtiğimi bilirdi herkes. Herhangi bir olayda önce fotoğrafını çeker, sonra bir şey yapılması gerekiyorsa yapardım.

 

Benim bu özelliğim sayesinde, bütün canı yananlar da beni bulurdu hemen. Çünkü Erol Işık, her koşulda doğruyu yazardı. Geçmiş zaman kullandım ama halen öyleyimdir.

 

O yüzden de gençlere “işinize sıkı sıkı sarılın ve dürüst biri olduğunuzu gösterin! Çalıştığınız işyerinde herkesle ilişki kurun ve yangında ilk kurtarılacaklar arasında yer alın, ilk terk edileceklerden olmayın!” dedim.

 

* * *

 

Zaman zaman gizlediğim bazı gerçekler oldu ama doğrudan hiç şaşmadım. Mesela; hatırlarsınız Bülent Ersoy, İzmirli kuyumcu bir ailenin oğlu Cem Adler'le evlenmişti. Cem Adler'in Bülent Ersoy’u aldattığı haberi bana geldiğinde, haber henüz yayınlanmadan önce arayan Bülent Ersoy’a, “Ben tatildeyim, haberim yok” yalanını söylemek zorunda kalmıştım. Hâlbuki Bülent Ersoy’la telefonda konuşurken, aldatma görüntülerinden fotoğrafları bilgisayarıma aktarıyordum.

 

Magazin, hayatın ta kendisidir. Zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş’in oğlu askerde ölmüştü. TRT’nin Güreş Paşa’yla yaptığı röportaj sırasında ağladığı haberi gelince görüntüleri almak için TRT’nin koridorlarında almıştım soluğu… Ama bu haber yerine başka bir haber yayınlandı Hürriyet’in manşetinde. O zamanın başbakanı Tansu Çiller’in resminin Atatürk’ün resmiyle birleştirilerek yapılan tablo, röportaj sırasında yayınlanan evin görüntüleri arasında yer alıyordu. Ben de bu görüntüyü daha sonra haber yaparım diye çektim.

 

Ertesi günkü Hürriyet’in manşeti: “Tak söylüyor Şak yapıyorum” olmuştu. Güreş Paşa’nın adı da bu haberden sonra “Tak-Şak Paşa”ya çıktı.

 

* * *

 

Çok macera var anlatılacak ama bu son olsun… Sabah kuşağının yardımsever sarışın sunucu ablası ile yanık sesi ve sıra dışı çıkışlarıyla türkü dünyasına girmeye çalışan genci birlikteydi. Buram buram reklam kokan ve bir süre sonra “imam nikâhı kıydılar mı, kıymadılar mı” dedikoduları yapılırken, güvendiğim bir kaynak, onların çoktan ayrıldıklarını hatta ikisinin de ayrı ayrı sevgilisi olduğunu kulağıma fısıldayıvermişti. Araştırdım, gerçekten de şimdinin “Survivor” yarışmasının gediklisi olan türkücünün Ankara’da üniversitede okuyan bir sevgilisi vardı. Aynı şekilde yardımsever sarışın ablanın da Kıbrıs’ta bir sevgilisi olduğunu öğrendim.

 

İnternet haberciliğinin Türkiye’de henüz palazlandığı dönemde, “Köstebek” adıyla isimsiz bir köşe yazıyordum. Bu haberi orada yayınladığım anda Hürriyet’in kardeş kuruluşu Kanal D’de kıyamet koptu. Sarışın yardımsever sunucu abla, Aydın Doğan’ın Kanal D’de program sunması için verdiği “açık çek”i yırtmış, ertesi gün de programa çıkmayacağını söylüyordu. O kadar yaygaraya rağmen iki hafta sonra sarışın yardımsever sunucu abla ile yeni yetme türkücünün ayrılık haberi gazete ve televizyonlarda yayınlanıyordu. Haberimi yalanlamışlardı ama iki hafta sonra da ayrılarak doğrulamışlardı.

 

O yüzden gençlere dedim ki, “Haklıysanız, vazgeçmeyin!”